21 Nisan 2015 Salı

Canterbury: yeşil, zengin, şık…

Katedral

İngiltere’nin güneydoğusunda küçük bir şehir Canterbury. Londra’dan trenle 1 saat, otobüsle 2 saat mesafede, yeşil bir ovanın ortasında, müreffeh, şık, klas bir kent.

Canterbury zengin bir şehir. Hem evler hem de arabalarla zenginliği hissetmek ve görmek mümkün. Şehre canlılık katan ise Kent Üniversitesi’nin büyük bir kampüsünün Canterbury’de olması. Öğrenci nüfusu oldukça fazla.

Kent Üniversitesinden Canterbury şehri. Sisli ve yeşil...

Canterbury ülkemizde pek ön plana çıkan bir şehir değil. Londra turlarına dahil edilen bir şehir değil. Ama aslında önemli bir turizm merkezi. Hem İngiltere’nin iç turizminde hem de Avrupa’dan gelen turistler için Canterbury önemli bir şehir. Tarihi bir Roma şehri olarak Roma kalıntılarını her yerde görebilirsiniz.

Ayrıca şehre gösterilen ilgide din turizminin de etkisi yok sayılmamalı. Canterbury Hıristiyanlığın Britanya adasına ilk geldiği şehirler arasında. Günümüzde de Canterbury Başpiskoposluğu Anglikan Protestanlarının en yüksek dinsel otoritesi olarak kabul ediliyor.  Ayrıca şehitlikler de bulunuyor. 600’lü yıllarda inşa edilen tarihi katedral bu açıdan önem arz ediyor. Şehre geldiğinizde şehrin merkezinde yer alan en yüksek bina olan katedrali de ziyaret edersiniz.

şehrin kapısına yürürken

Yine bol hayaletli ve cadılı ünlü Canterbury Hikayeleri de bu şehirde geçmekte ve hem hikayeleri kitap halinde alabilirsiniz hem de müzesini ziyaret edebilirsiniz.

Canterbury’nin şehir merkezine tarihi bir kapıdan geçip giriyorsunuz, şehrin merkezi de surlarla çevrili. Çeşitli kiliselerin bahçelerinde de eski dönemlerden kalma din adamlarının, şövalyelerin, Hıristiyan şehitlerinin  mezar taşları görülebilir.



Canterbury küçük bir şehir olduğu için yürüyerek kısa sürede gezilebilir. Şehrin Pazar gününe denk gelirseniz kırsal kesimden gelip stant açanların ürünlerine göz atabilirsiniz. Özellikle koyun yününden ürünler ilginizi çekebilir. Stantlardaki ürünler Londra’ya göre de ekonomik.

Küçük bir şehir olsa da çok sayıda restoran-kafe açısından kıt bir şehir değil. Şehrin merkezi 
caddesinde sağlı sollu sıralanan restoranlarda, kafelerde zaman geçirebilirsiniz. Sahibi Kıbrıs Türkü olan İstanbul Restoran da gayet iyi hizmet veriyor. Ayrıca çok sayıda mağaza da alışveriş için size tekliflerde bulunuyor. 



Biz Canterbury’de Victoria Hotel’de kaldık. Tren istasyonundan yürüyerek 10 dakika kadar uzaklıkta. Şehir merkezine de yürüyerek 15 dakikada ulaşılabilir. Küçük, güzel bir otel, kahvaltısı ve hizmeti de gayet iyi ve seçenekliydi. Restoranı ve pubı çevrede oturanların da buluştuğu bir yer olduğu için yerlilerle beraber hoşça zaman geçirebilirsiniz.



Canterbury’den Londra’ya trenin dışında otobüsle de dönebilirsiniz. Otobüsler de sık sefer yapıyorlar, otobüs garajı şehrin hemen merkezinde ve daha ucuz ama Londra’ya varmak daha uzun sürüyor. Otobüsle dönüşün ilginç yanı ise Londra’nın merkezine giderken geçilen çevre semtlerde yoğun şekilde yaşayan göçmenlerin yaşamlarına dair gözlem yapabilmenizdir. Otobüsün Londra’daki terminali Buckingham Sarayına yürüyerek 10 dakika, bu da bir avantaj tabii…


Canterbury’e ayıracağınız zaman sizi memnun edecek.

Sitges: zengin, sanatkar ve LGBTİ başkenti



Sitges İspanya’da Barselona’dan 35 km uzaklıkta bir sahil kasabası, küçük bir şehir. Barselona havalimanından taksiyle 20 dakika mesafede. Barselona’ya otobüs ve trenle yaklaşık 1 saatte varsa da özel araçla çok daha hızlı gidilebilir.

Barselona turların Sitges dahil edilmiyor ancak Barselona ziyaret edildiğinde birkaç günlüğüne Sitges’e de uğranılabilir. Hem güzel bir sahil kasabası görülebilir hem de Barselona’da pek güvenli olmayan plaj, yüzme işleri Sitges’e bırakılabilir. Gayet güvenli, rahat şekilde denize girilebilir.



Sitges aslında İspanya’da gayet bilinen bir şehir. Franco’nun diktatörlüğünde Sitges muhalif sanatçıların sığındığı bir yer olmuş. Halen Sitges’te çok sayıda ressam yaşıyor ve dar sokaklarda gezerken resim galerilerine denk geliyorsunuz.

Günümüzde Sitges bir turizm ve sanat merkezi olma özelliğini koruyor. Bunun yanında bir diğer önemli özelliği ise eşcinsellerin başkenti olarak bilinmesi. Resmi internet sitesinde de eşcinsel dostu olarak kendisini tanımlayan Sitges LGBTİ bireylerin ve çiftlerin baskı ve sorun yaşamadan tatil yapabildikleri bir destinasyon.



Sitges’te ayrıca geniş bir İngiliz topluluk da yaşıyor. Ülkemizde de son dönemde moda olan İngilizlerin villa satın alması yıllar önce Sitges’te de yaşanmış ve çok sayıda İngiliz aile ve emekli yazları Sitges’teki evlerinde yaşıyor.

Dolayısıyla Sitges’te LGBTİ bireyler ve çiftler, çocuklu aileler, sanatseverler, birçok kesimden insan bir arada saygılı ve özgürlükçü şekilde birlikte tatil yapabiliyor.

Sitges’in özellikleri bitmek bilmiyor, son bir özelliği de zengin bir kasaba olması, bilhassa haftasonları Barselona’nın sosyetesinin buluştuğu, deniz girip yemek yediği bir kasaba. Yolda yürürken son model, lüks arabaları bolca göreceksiniz. Burada İspanya’da çokça bahsi edilen ekonomik krizden eser yok.



Sitges’te çok sayıda irili ufaklı plaj yer alıyor. Rahatça, hiçbir güvenlik derdi olmadan güneşlenmek ve yüzmek mümkün.  Bizim kaldığımız Hotel Estela şehir merkezinin biraz dışında, yürüyerek 10 dakikalık bir mesafede ve hemen önündeki plaj sanki otele ait özel plaj gibi de değerlendirilebilir.  Otelin bir diğer özelliği de tüm odalarda ve ortak alanlarda ressamların eserlerinin sergilendiği bir sanat oteli olması. İsteyen bir sergi gibi özel bir turla oteli gezip eserleri inceleyebilir ve satın da alabilir.

Otelin biraz ilerisinde marinadan geçip şehir merkezinin içine girilebilir. Dağa yaslanan şehrin kalesi ve katedrali her yerden görülebiliyor. Kalenin öte tarafına geçtiğinizde yaklaşık 4 km.lik uzun bir plaj ve yan yana dizili restoranlar, kafeler yer alıyor. Sitges’te deniz ürünleri sunan restoranların yanı sıra İtalyan restoranları da bolca yer alıyor, bir tane de Munzur Kebapçısı var.



Tarihi merkezde geniş bir alışveriş caddesi yer alıyor. Dar sokaklara girip keşfetmek, ufak meydanlara çıkmak, mağazaları incelemek, kafelerde zaman geçirmek, sokak aralarındaki sanat galerilerini ziyaret etmek gün boyunca denizde geçirilen zamanın ardından hoşça zaman geçirmenizi sağlayacak.

Sitges küçük bir şehir olduğu için tek tek sokakları isimleriyle anlatmaya gerek yok, zaten gezeceğiniz yerler belli. Rahat, sakin bir şehir, ziyaret ettiğinize memnun olacaksınız.


20 Nisan 2015 Pazartesi

Atina’da 3 gün…



2015 Şubat’ında 3 günlüğüne komşu Yunanistan’ın başkenti Atina’yı ziyaret ettik. Pegasus’tan bulduğumuz ucuz uçak bileti sayesinde İstanbul’dan yaklaşık 1 saat uzaklıktaki başkenti tanımaya çalıştık. Hava yağmurlu olmadığı için gezmek için uygun bir zamandı, yaz aylarında bunaltıcı bir sıcak olacağını tahmin etmek zor değil.

Atina havalimanı şehirden haylice uzak. Havalimanının dışından kalkan otobüslerle Syntagma Meydanına gidebilirsiniz. Ayrıca metro da şehir merkezine gidiyor. Otobüs 1 saatte meydana varıyor. Trafik tanıdık. Ülkenin neredeyse yarısı Atina şehrinde yaşadığı için şehirleşme de bize yabancı değil.

Aslında Atina’nın şehir merkezi ve gezilecek yerleri küçük bir bölgeyi kaplıyor. Yürüyerek ziyaret edilebilir. Bu açıdan şehrin büyüklüğüne nazaran tarihi ve turistik yerlerinin dar bir alanda toplanması bizi şaşırttı. Tabii İstanbul’dan sonra her yer küçük geliyor.

Yunanistan yaklaşık 6 yıldır derin bir ekonomik krizden geçiyor. Ekonomik krizin doğal olarak siyasi ve toplumsal etkileri de oluyor. Bunun sonucunda Ocak ayında yapılan seçimlerde Avrupa’da ilk kez radikal sol bir parti olan Syriza Yunanistan’da hükümete geldi. Toplumsal hareketlerin yanı sıra ciddi bir ırkçı, faşist hareket de (Altın Şafak) güç kazanıyor. Bu açıdan Yunanistan’ın siyasi geleceği halen ciddi belirsizlik içinde. Bunun sonucunda şehri gezerken eylemlerle karşılaşmak mümkün. Bizim ziyaret tarihimizde hükümeti destekleyen ve Avrupa Birliği’nin tasarruf paketlerindeki ısrarını eleştiren bir eyleme denk geldik. Ama döndükten bir hafta sonra olaylı bir eylem de yaşandı. Bu nedenle Atina’ya gittiğinizde siyasi gelişmeleri takip etmekte fayda var.

Syntigma Meydanı


Krizin etkilerini şehrin kirliliğinden, kapalı mağazalardan ve insanların özellikle yaşlıların kıyafetlerinden anlamak mümkün. Aslında insanların kılık kıyafetlerine önem verdikleri ancak yenilemedikleri dikkatle bakıldığında anlaşılıyor. Tarihi yerlerde gezerken ikinci el kıyafet satan dükkanlarda 10-20 euroya satılan kürkleri ve diğer pahalı elbiseleri görünce durum daha anlaşılır oluyor.

Yunanistan tanıdık bir ülke. İnsanların görünümü, hareketleri, davranışları doğal olarak gayet yakın. Yiyecekler de öyle. Hatta birçoğunun ismi de aynı. Sarmas, yalancıdolma, cacıki vb… Ama tatları bize göre daha farklı. Balkanlarda Bulgaristan’da veya Makedonya’da da yemeklerin isimleri aynı olmakla beraber tatları da benzerdi, damak tadımıza uygundu. Ancak Yunanistan’da yemek sipariş ettiğinizde daha farklı bir tatla karşılaşacağınızı dikkate alın. Birçok restoranda Türkçe menü de bulabilirsiniz ve suvlaki (şiş kebap) gibi siparişlerinizde sizin için kuzu etinden de yapabiliyorlar.
Tavernaları da tabii ki adalardakilerle karşılaştırılamaz ama Yunan müziği dinleyip meze yemek için size yeterli gelecektir. Mezeler 4-7 euro arasında, ana yemekler 10-15 euro arasında değişiyor.

Monastiraki


Atina’da ulaşımı metroyla ve otobüsle sağlayabilirsiniz ancak tarihi mekanlara yakın bir yerde bir otelde kalırsanız yürüyerek de her yere gidilebilir. Biz biraz dışında kaldık. Ama taksiyi tercih ettik. 3-4 euroya istediğimiz birçok noktaya gidebildiğimiz için bize daha uygun geldi.

Biz Areos otelde kaldık. Viktorya Meydanında, Ulusal Arkeoloji Müzesinin yanında. Amacımız gezmek olduğu için otel tercihimizde çok bir beklentimiz yoktu. Otelden Syntigma Meydanına 20 dakikada yürüyerek ulaşmak da mümkün. Yol üzerinde Arkeoloji Müzesini, 1974’te cuntanın yıkılmasını sağlayan direnişin gerçekleştiği Politeknik Üniversitesini görebilirsiniz ve daha çok alışveriş için mağazaları inceleyerek Syntigma (Anayasa) Meydanına inebilirsiniz. Meydanda Yunan Meclisi yer alıyor ve önünde tarihi kıyafetleri içinde Yunan askerleri nöbet bekliyor. Belirli aralıklarla nöbet ve yer değişimi yapılıyor, uzun askerlerin uzun bacaklarını kaldıra kaldıra bir tören havasında yaptıkları nöbet değişimi oraya yolu düşenlerce de izleniyor.

Syntigma Meydanından aşağıya doğru 2 km kadar yürüdüğünüzde Monastiraki’ye varıyorsunuz. Meydanın hemen köşesinde metro durağı da var. Monastiraki küçük bir meydan ve Akropolis Tapınağının güzel bir manzarası da yer alıyor. Meydanda Osmanlı zamanından kalma cami ve birkaç yapı da yer alıyor. Gençlerin buluştuğu, çeşitli sokak gösterilerinin yapıldığı bu meydanı çok sayıda taverna ve restoran da çevreliyor. Gündüz de akşam da ziyaret edilebilir. Monastiraki’den çıkan her 
sokağa girebilir ve keşfedebilirsiniz.

Akropolis


Monastiraki’den Akropolis’e yürüyebilirsiniz. Biz tersini yaptık, önce Akropolis’e gidip oradan aşağıya doğru yürüdük. Bu yol üzerinden Pazar günleri bit pazarı kuruluyor ve gayet kalabalık oluyor. Hediyelik eşyaları buradan alabilirsiniz.

Akropolis’in bulunuğu tepeye sırtını yaslayan ve Monastiraki’nin komşusu olan bölge de Plaka. Osmanlı zamanında Müslüman Türk mahallesi olan bu bölge dar sokakları, Osmanlı evleri ve konakları ile ilgi çekici. Mağazalar, dükkanlar, restoranlar ve kafeler hoşça zaman geçirmenizi mümkün kılıyor. Bu sokaklarda-bölgede bir gününüzü ayırabilirsiniz.

Akropolis Tapınağının ziyareti elbette gezimizin en önemli anı. Biz sabah erkenden otelden taksiyle tapınağa gitmeyi tercih ettik. Kalabalıktı ama yine de rahatça biletimizi aldık. Türkiye üniversitelerinin öğrenci kartları geçiyor, öğrenciyseniz yanınıza almayı unutmayın, yarı fiyatına müzeyi gezebilirsiniz. Bu bölge geniş bir tepe. Tapınağın dışında birkaç tarihi bina daha var. Örneğin Odeon-amfitiyatro dik bir yokuşa kurulmuş ve önemli konserlere ev sahipleri yapıyor. Teker teker gezersiniz, biz şubat ayında rahattık ama havalar ısındığında tepeyi gezmek zorlayabilir. Suyunuzu ve şapkanızı ihmal etmeyin. Tapınağın güzelliğinin yanı sıra manzarası da çok güzel, tüm Atina şehrini ve bölgeyi yukarıdan izleyebilirsiniz.



Akropolis’i uzun uzun gezdikten sonra bit pazarını, Plaka’yı ve Monastiraki’yi bir daha ziyaret ettik.
Atina’ya gelmişken Pire’yi de ziyaret edebilirsiniz. Özel araçla gitmek elbette çok daha rahat, otobüs zaman alacaktır. Pire liman kasabası ve deniz kenarında bir gün vakit geçirebilir, kasabayı gezebilirsiniz.


Atina ziyaretinden önemli gözlemlerle döndük. Ancak ikinci bir sefer daha gelmek yerine bundan sonraki Yunanistan tatillerinden adaları ve Selanik taraflarını tercih etmeyi düşünüyoruz.   


Sofya-Plovdiv: sonbaharda başka güzel…

Alexander Nevsky Katedrali

Bulgaristan’ın başkenti Sofya ile önemli şehirlerinden Plovdiv, veya Türkçe’deki adı ile Filibe aslında düşündüğümüzden de yakın. İstanbul’dan otobüsle 8 saatte, arabayla daha kısa sürede Sofya’ya varmak mümkün. Filibe ise İstanbul ile Sofya arasında Sofya’ya 2 saat mesafede. Bulgaristan yolları daha güzel olsa, sınır kapısında zaman kaybedilmese çok daha kısa sürede günübirlik gitmek bile mümkün.

Bulgaristan bu kadar kısa olunca Bulgaristan’dan göçmek mi zor, Trabzon veya Kars’tan göçmek mi zor bir daha düşünmekte fayda var. Elbette sınırın psikolojik etkisi göz ardı edilmemeli…

Bulgaristan özel bir vize verse de Schengen vizesi olanlara da belirli bir süre dahilinde ülkeye girişlerine izin veriyor. Bu da Bulgaristan’ın bir tatil destinasyonu olarak popülerleşmesini sağlıyor. Deniz kenarında kumsalları ile Varna’sı ve kayak tesisleri ile ekonomik tatil imkanları sunuyor. Bu yazıda Sofya-Filibe seyahatimizden bahsedeceğiz.



--

Biz Sofya ve Filibe’ye haftasonu kaçamağı olarak Ekim 2013 tarihinde otobüsle gittik. Her gün düzenli seferler bulmak mümkün. Akşam atlayıp sabah Sofya’ya varabilirsiniz. Otobüs terminalinin yakınlarında çok sayıda otel var. Biz de o bölgede bir şehir otelinde kaldık. İstanbul’dan Cuma akşamı yola çıkmıştık. Planımız Sofya’da 1 gece kalmak, Pazar günü Filibe’yi gezmek ve akşam Filibe’den otobüse atlayıp İstanbul’a geri dönmekti.

Sofya güzel bir şehir, hüzünlü bir şehir, belki de sonbaharda gitmemizin de etkisi olabilir. Belli ki zamanında çok daha güzel ve canlıymış. Sokaklarda başkent olmanın getirdiği belirli bir hareketlilik var. Bu hareketlilik daha turistik yerlerde azalıyor ama otelin konumu nedeniyle insanları gözlemlememiz de mümkün oldu. Belli ki gençler yurtdışına çalışmaya gittiği için sokaklarda yaşlı nüfusun ağırlıklı olduğunu görüyoruz. İnsanların kıyafetleri, otobüsler, arabalar, binalar ile düzgün, görece temiz ama eski, modası geçmiş, sanki 80’lerde donmuş bir şehir izlenimini edindik.

Banyabaşı Cami

Sofya yeşil bir şehir. Vitoşa dağına sırtını yaslayan şehrin birçok yerinde geniş parklar, ağaçlık alanlar bulunuyor. Sonbaharda ağaçlar sarı yapraklara bürünmüş, kaldırımlar sarı yapraklarla dolmuş haldeyken çok güzel ve hüzünlüydü.

Terminale 200 mt mesafede Hotel Lion’da kaldık. Klasik bir şehir oteli. Lion’dan merkeze doğru yürüyerek tüm şehri kısa sürede gezdik. Yaklaşık 200 metre ileride şehrin halen ibadete açık olan tek camisi olan tarihi Banyabaşı Camisini göreceksiniz. Küçük ve güzel bir cami. Arkasında ise eskiden caminin külliyesi içinde yer alan Arkeoloji Müzesi var.

Merkez Hal

Caminin karşısında ise güzel bir tarihi hal binası yer alıyor. “Central Hali”, merkez hal, 1909’da inşa edilmiş. Halin içinde alışveriş için uygun ve çeşitli dükkanlar var. Burada özellikle kadın parfümü ve makyaj ürünlerinin çok uygun fiyata satıldığını fark ettik. Bilhassa ünlü markaların çakmalarını, küçük harf değişiklikleri yapılarak birkaç euroya satılıyor

Halin ilerisinde yol ağzında St. George (Rotonda) Kilisesi ve St Sofia Kilisesi karşınıza çıkacak. Tarihi önemi olan bu kilise Osmanlı zamanında camiye çevrilmiş, bağımsızlıktan sonra yeniden kilise olmuş. İçinde önemli eserler yer alıyor. Buranın hem dini açıdan hem de siyasi tarih açısından anlamları var. Örneğin Bulgar çarına suikast için kilisenin bombalanması gibi.

Rus Kilisesi

Yürüyüşümüzün asıl hedefi Alexander Nevsky Katedrali. Bu hedefe doğru yürürken karşınıza zaten şehrin önemli tarihi yapıları çıkıyor. Örneğin eski Komünist Parti binası, Başkanlık sarayı, Rus Kilisesi de bunlar arasında sayılabilir. Bunların yanında başkente özgü bürokrasi ve bakanlıklar yer alıyor.

Katedral geniş bir meydanın ortasında, mimarisi dikkat çekici. İçini kısa sürede gezebilirsiniz. Ardından şehir merkezindeki sokaklarda, caddelerde dolaşabilirsiniz. Tiyatrolar ve müzelerle de karşılacaksınız. İrili ufaklı parklar, kafeler, restoranlar, parklarda satranç oynayan ihtiyarlar şehrin farklı yüzlerini gösteriyor.

meclis önü...

Bulgar parlamentosu ile üniversitenin bulunduğu meydanın köşesinde başlayan büyük bir parkta ise 2. Dünya Savaşı anıtı ve sosyalist dönemden kalma heykeller bulunuyor. Parkın karşısında ise Türkiye Büyükelçiliğinin tarihi binası yer alıyor. Büyükelçilik başka bir binada hizmet verse de bu tarihi bina da korunuyor.

Vitoşa Caddesi

Sofya’da araç trafiğine kapalı, alışveriş yapılacak ve kafelerde zaman geçirecek bir diğer yer de Vitoşa Caddesi. Yolda yürürken karşınızda Vitoşa Dağını net şekilde görebiliyorsunuz, sanki yol dağın tepesinde sona eriyor gibi. Yolun devamında yine güzel bir park ve Ulusal Kültür Sarayı çıkıyor.

satranç oynayan delikanlılar

Filibe (Plovdiv)

Antik tiyatro

Sofya’yı bir gün içinde gezmek mümkün. Ancak sadece Sofya ile sınırlı bir ziyaret sizi çok tatmin etmeyebilir. Bu nedenle Bulgaristan’a gitmişken, özellikle de Sofya yoluna girmişseniz Filibe’yi görmeden dönmemelisiniz.

Filibe Bulgaristan’ın kültür ve sanat başkenti olarak biliniyor. Sofya’dan otobüsle 2 saat içinde (130 km) güzel manzaraları seyrederek varıyorsunuz.



Filibe’nin iki kısmı var. İlki tarihi kısmı, burası tepede yer alıyor, diğeri ise yeni-modern şehir.
Biz zamanımızı da iyi kullanmak amacıyla terminalde taksi ile eski şehrin bulunduğu tepenin en üstündeki Roma döneminde kalma antik tiyatroya gittik. Sütunlarıyla gayet ilgi çeken anfi-tiyatroyu gezdikten sonra tepeden aşağıya eski şehirde yürümeye başladık. Burası Osmanlı köşkleriyle dolu bir bölge, Osmanlı zamanında zengin Müslüman-Türk aileler oturuyormuş. Dar sokaklar ve güzel köşkler arasında tepeden aşağıya iniyorsunuz. Bu köşklerin bir kısmı günümüzde konservatuar ve güzel sanatlar fakültesi olarak değerlendiriliyor. Bu nedenle gezerken kulağınıza müzik sesleri gelebiliyor, yolda heykellerle galerilerle karşılaşıyorsunuz.



Şehir merkezinde ise tarihi cami - Cuma Camisi yer alıyor. 1. Murat zamanında yapılan Avrupa’daki en eski camilerden biri olan bu caminin altında güzel bir kafe yer alıyor. Gün içinde yağmur da yağdığı için uzun bir zamanı bu kafede geçirdik. Kafeyi işletenler Türk olduğu için anlaşmada sorun yaşamadık. Zaten Filibe’de yoğun bir Türk nüfusu yaşıyor.

Cuma Camii

Caminin bulunduğu bölge büyük bir alışveriş caddesi ve yayalara açık. Caminin karşı yönüne devam ettiğinizde Meriç Nehrine doğru gidiyorsunuz. Diğer yöne doğru devam ettiğinizde de benzerleri birçok Avrupa şehrinde olan bir alışveriş caddesinde yürümüş oluyorsunuz. Pazar günü olduğu için birçok mağaza kapalı olsa da ve yer yer yağmur yağsa da yine de hareketli bir bölge.

Bir de özellikle Filibe’de taksiye binecekseniz öncesinde pazarlık yapmanızda fayda var. Yabancı olduğunuz için fazla ücret talep edebilirler. Biz aynı mesafede gidip geldiğimiz iki takside farklı ücretler ödedik, bu nedenle başta fiyatı belirlemek önemli. Taksi şoförü İngilizce anlamıyorsa merkezini arayıp Türkçe bilen biriyle konuşup derdinizi anlayabiliyor.



--

Haftasonu ziyareti elbette birçok yetersizliği barındıracaktır. Ancak Bulgaristan’ın en büyük ve en önemli iki şehrini gezmek ve yaşamı gözlemlemek için çok kısa da sayılmaz. Şayet Şengen vizesi varsa, 2 veya 3 günlük kısa ve ekonomik bir seyahat için düşünülebilir.

Bulgaristan ve Makedonya seyahatleri yalnızca turistik ve tarihi yerleri görmekle sınırlı bir izlenim vermeyecektir. Aynı zamanda kültürel ve sosyal benzerlikleri de yakından göreceksiniz. Halen yoğun Türk ve Müslüman nüfusun yaşıyor olmasının yanı sıra Osmanlı döneminin etkilerini de bire bir gözlemlemek mümkün oluyor ve bu, kitaplardan okumaktan çok daha etkileyici. Bu durum Yunanistan için de elbette geçerli ama bilhassa Makedonya ve Bulgaristan’ın yarattığı etki çok daha farklı oluyor.



Bizim açımızdan da bu geziler bilhassa Osmanlı’nın son dönemi, Balkanlarda 19. ve 20. yy.ın başında karşılıklı gelişen milliyetçilikler, Cumhuriyetin kurucu kadrolarının deneyimleri, yaşanan savaşlar ve sosyalizm üzerine bilgilerimizi pekiştiren bir işleve sahip oluyor. Sosyal, kültürel, tarihi ve siyasi ortaklıklar ve karşıtlıklar açısından Balkanlar bize diğer ülkelerden gelen gezginlere göre çok daha fazlasını vaat ediyor.



19 Nisan 2015 Pazar

Brüksel: Avrupa’nın başkenti



Belçika’nın başkenti Brüksel’e hem iş hem de seyahat amacıyla birçok sefer gitme fırsatımız oldu. Fransa ile İngiltere arasında Hollanda’nın yanında küçük bir ülke olan Belçika’nın başkenti hem turistik hem de bürokratik bir şehir. Farklı milletlerden çok sayıda insan Brüksel’de çalıştığı için de Belçika’ya özgü özelliklerin daha silik olduğu bir şehir. Belçika’yı anlamak için Liege, Brugge, Leuven gibi şehirlerini de gezmekte fayda var.

Havalimanına indiğinizde hemen alt kattaki tren istasyonuna inmenizi tavsiye ederiz. Trenle Gar du Nord (Kuzey Garı) 10 dakika mesafesinde. Hem hızlı hem rahat hem de çok ucuz. Taksiyle aynı yolu yarım saat-45 dakika içinde, trafikte bekleyerek ve 50 euro vererek de alabilirsiniz.

Gar du Nord bölgesi


Brüksel’de üç temel tren istasyonu var. Gar du Nord (Kuzey Garı), Gar du Midi ve Gar du Luxemburg. Lüksemburg Garı Avrupa Birliği kurumlarına yakınken tarihi-turistik mekanlara Gar du Nord ve Gar du Midi’den yürüyerek ulaşabilirsiniz. Biz Brüksel’de Gar du Nord’a yürüyerek 5 dakika mesafede Sharaton ve Dome otellerinde kaldık.

Brüksel’de Fransızca esas olarak konuşulsa da Flemenkçe ve İngilizce de yaygın. Rahatlıkla İngilizce konuşabilirsiniz. Ayrıca Türkiyeli göçmenler de sayıca fazla olduğu için Türkçe konuşmalara da sıkça denk gelebilirsiniz. Genellikle restoranlarda çalışan Balkan ülkelerinden gelen göçmenler ile de biraz Türkçe konuşabilirsiniz.

saray


Belçika aslında tarihi açıdan görece yeni, suni bir ülke. Belçika halkının bir kısmı Fransızca diğer kısmı ise Flemenkçe konuşuyor. Tarihte, bilhassa Napolyon zamanında Fransa’nın doğrudan İngiltere’yi tehdit etmesi, ablukaya alması ve işgale kalkışması nedeniyle İngiltere’nin girişimiyle bir tampon devlet olarak oluşturulmasına karar veriliyor. Başına da toplumu bir arada tutmak için bir kraliyet ailesi atanıyor. Halen de kraliyetle yönetiliyor.

Buna karşın güçlü bir ulusal birlik yok. İsviçre’de olduğu gibi farklı dilleri konuşan insanlar ortak bir kimlik etrafında birleşememiş, bu nedenle Fransız (Walon) ve Flemenk bölgeleri arasında sorunlar bitmiyor. Güçlü ayrılıkçı hareketler var, ortak partilerin yanı sıra Fransız ve Flemenk partileri de faaliyet yürütüyor. Hükümetler genelde koalisyon ile yönetiliyor ancak uzlaşılamadığı için aylarca hükümetin kurulamaması garipsenmiyor. Şu an muhafazakar bir koalisyon yönetimde. Hükümet kurulması zor olsa da devlet mekanizması tıkır tıkır işlemeye devam ediyor. Bir başka not da Flemenk bölgesinin daha zengin olması ve Avrupa’da yaygın olan etnik şımarıklık ile “zenginiz, ayrılmak istiyoruz, vergilerimizle fakir Valonlara destek vermek istemiyoruz” demeleri.

Sonbaharda Brüksel...


Brüksel’de tarihi bölgede çok sayıda restoran ve kafeyi yan yana göreceksiniz. Garsonlar sizi içeriye davet edecek. Dışarıya büyük menüler koydukları için de rahatlıkla seçim yapabilirsiniz. Belçika’da kova kova getirilen dev midyeler, patates kızartması ve bira meşhur. Ayrıca dondurma, çikolata ve waffle da yemelisiniz. Çok sayıda çikolata satan mağazada çikolataları deneyip kendinize özel bir paket de oluşturabilirsiniz. Zaten Brüksel’den dönerken alınacak en temel hediye de kutu kutu çikolata…

Brüksel iki temel bölgeden oluşuyor. Yer bulmak gayet rahat, her yerde metro var ama yürüyerek de şehri gezebilirsiniz. Gar du Nord bölümünde kaldığınızı varsayarsak yürüyerek alışveriş caddelerinden geçerek tarihi şehrin merkezi olan Grand Place’e gelebilirsiniz. Brüksel’in en bilinen tanıtım fotoğrafları burada çekilmektedir. Burası dikdörtgen bir meydan, dört tarafında da çok güzel, tarihi binalar yer almakta. 18. Ve 19. yy.da inşa edilen bu tarihi binaların her birini ayrı ayrı incelemek ve fotoğraflamak gerekiyor. Meydandaki kafelere oturup bu görevi daha rahat şekilde yerine getirebilirsiniz. Binaların bazıları kafe-restoranken bazıları da müze olarak değerlendirilmiş. 

Binaların girişlerinde o binayla ilgili özel ve önemli bilgilere de yer verilmekte. İşte size bilmece: meydandaki binaların birinde Belçika İşçi Partisinin kongresi oldu ve kongrenin onur konuğu da Karl Marx. Bu binayı bulmadan gelmeyin.



Grand Platz’ın etrafındaki caddeler Gar du Nord’dan gar du Midi’ye kadar mağaza ve kafelerle dolu. Yavaş yavaş gezebilirsiniz bu sokaklarda. Meydanın karşısında tarihi bir galeriye denk geleceksiniz. Galeries St Hubert, hoş bir tarihi alışveriş merkezi. İçinde ufak dükkanlarda pahalı ama şık ayakkabılar, çantalar, şapkalar alabilirsiniz.

Bu bölgeden Midi üzerinden yukarı doğru yürümeye devam ettiğinizde St Michael katedrali karşınıza çıkacak. Katedral gezmekten bıkmadıysanız içeriye göz atabilirsiniz. Katedralin ardından devam ettiğinizde büyük bir park göreceksiniz. Parkın bir ucunda kraliyet sarayı yer alıyor, diğer ucunda da hükümet binası. İki binayı da seyredebilir, parkta biraz dinlenebilirsiniz.

Buradan devam ettiğinizde ise karşınıza Avrupa Birliği kurumları çıkacak. Birbirine paralel sokaklar halinde sıra sıra binalarda Avrupa Birliği’nin binaları yer alıyor. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Komisyona bağlı komiteler bu binalarda konuşlanmış durumda. TV’lerde gördüğünüz Komisyon ve Parlamento binaları önünde fotoğraf çektirmek ve havayı solumak için bu sokakları arşınlayabilirsiniz. Bu bölge zaten gayet kozmopolit, herkes takım elbiseli, işinde gücünde, bürokrasiyi/avrokratlara ev sahipliği yapıyor.



Bu topluluğun kendilerine has bazı özellikleri de var, mesela Cuma değil Perşembe akşamı barlarda buluşup eğleniyorlar ve Cuma günü yüzlerce insanın bavullarını çekeleyerek garlardan memleketlerine haftasonu tatili için gittiğine tanık olabilirsiniz.

Dönüşte başka bir yol kullanmak isterseniz araba yolunu takip edebilirsiniz. Konsoloslukları geçtikten sonra Botanik Bahçesini göreceksiniz. Bahçenin yanındaki mahalle ise Türk mahallesi. Bu yolu takip ederek Kuzey Garı bölgesine gelebilirsiniz.


Brüksel kısa bir seyahat için yeterli bir şehir. Gelmişken Brugge, Leuven, Amsterdam gibi yakın şehirlere gidebilirsiniz. Hatta Londra veya Paris’e doğru da uzanabilirsiniz. Brüksel’e tren ve otobüs bulmak da gayet rahat. İsviçre’den dahi doğrudan trenle Brüksel’e gidebilirsiniz. 


18 Nisan 2015 Cumartesi

Cenevre: güzel, pahalı, kozmopolit



İsviçre’nin ikinci büyük kenti olan Cenevre güzelliğiyle, pahalılığıyla ve birbirinden çok farklı özelikte misafirleriyle ilginç bir deneyim sunacak size.

Alp Dağlarının göz alıcı heybetinin yanı başına kurulan Cenevre bununla da yetinmemiş, Leman Gölü’nün güzelliğini de yanına katmış. Daha uçaktayken bu güzellik gözlerinizi alacak. Biz inişe geçmeden önce bizzat kaptan anons yaparak birazdan Mont Blank’ın zirvesinin yanından geçeceğimizi duyurmuş, Alp Dağlarını uzun uzun seyretmiştik.

Cenevre’ye İstanbul’dan doğrudan uçuşlar var. Ayrıca Basel veya Zürih’e gidip oradan trenle de gidilebilir. İsviçre için Schengen vizesi geçerli ama İsviçre’den vize almak diğer ülkelere göre görece daha kolay.



Cenevre bir turizm destinasyonu olmasının ötesinde bir şehir. Aynı zamanda çok sayıda uluslararası kuruluşun merkezi de Cenevre’de. CERN, Birleşmiş Milletler ve BM’ye bağlı ILO gibi uzman kuruluşlar, Kıızlhaç ve birçok uluslararası sivil toplum örgütünün merkezi Cenevre’de. Bunun dışında Cenevre dünyanın önde gelen finans merkezleri arasında. Bu da çok çeşitli amaçlarla insanların Cenevre’ye gelmesini ve Cenevre’de çalışmasını sağlıyor. Bu nedenle Cenevre sokaklarında dolaşırken bankaların ve bürokrasinin beyaz yakalı çalışanlarından aktivistlere ve turistlere çok farklı amaçlara sahip insanların aynı şehri paylaştığını göreceksiniz.

Turistler içinde de en fazla Arap ve Rus turistleri göreceksiniz. Her iki ülkenin zenginleri İsviçre’de tatille işi birleştiriyor. Göl kenarında bazı lüks otellerin belirli dönemlerde Arap şeyhlerinin aileleri için kapatıldığı da söyleniyor.

Tüm bu özellikler zaten pahalı bir ülke olan İsviçre’de Cenevre’nin bir nebze daha pahalı olmasına neden oluyor. Bu nedenle birçok çalışan ve turist Cenevre’de kalmak yerine ya Lozan ve çevresindeki köyleri ya da daha ucuz bir ülke olduğu için sınır komşusu Fransız kasabalarını ve köylerini tercih ediyor. Altyapı ve ulaşım imkanları gayet geliştiği için de yarım saat-1 saat arası yolculukla Cenevre’ye gelip çalışmak veya gezmek mümkün oluyor.


Cenevre birçok özelliği içinde barındırdığı için aslında geniş bir şehir. Yürüyerek her yere gitmek mümkün ama şehir içi otobüsü de yaygın şekilde kullanabilirsiniz. Cenevre’ye gelmişken Alplere çıkabilir, tekneyle göz gezisi yapabilir, Lozan ve çevre şehirleri gezebilirsiniz veya trenle kısa bir yolculukla İtalya’ya, Milano’ya da gidebilirsiniz.

Cenevre’nin tarihi tren garı genellikle Cenevre gezisi için başlangıç noktası sayılabilir. Cenevre Havalimanından trenle merkeze gelebilirsiniz. Cenevre uçuşları çoğu zaman pahalı olduğu için Basel’e gidip oradan trenle de geçebilirsiniz. Tren garının arka kapısından çıkıp dümdüz yürürseniz Birleşmiş Milletler binalarına varırsınız. Garın önünden çıkıp devam ederseniz yayalara açık bir alışveriş caddesinden dümdüz devam edebilir ve Leman Gölü’ne çıkabilirsiniz.

Bu yol üzerinde İstanbul Kebap ve Ege Restoran gibi Türk restoranlarını da göreceksiniz. Bilhassa Ege Restoranı tavsiye ederiz. Şehirde çok sayıda kebapçı olduğunu gezdikçe göreceksiniz. Bu pahalı turistik şehirde Türkiyeli göçmenler açısından en akıllıca yolun restoran açma olduğuna hak vermemek elde değil.



Bu yol üzerinden çeşitli grupların eylemlerine de denk gelebilirsiniz. Herhalde dünyanın en şansız partisi olan Cenevre Komünist Partisinin eylemine denk geldiğimiz için de ilgimizi çekti. Partinin ismi ve sonrasında şehirde gördüğümüz bayraklar ise Cenevreliliğin özel bir anlamı olduğunu da gösteriyor.

Bu cadde üzerinde çok sayıda kafe de göreceksiniz, bir yan paralel yolda Manor adlı büyük bir alışveriş merkezi var, orası da hediyelikler için görece daha ucuz. Bilhassa çikolata alacaksanız daha fazla alternatif var.

Yolun sonu sizi Leman Gölüne çıkaracak. Nehrin ağzı ve gölün başlangıcı, arkada Alp Dağlarının fonu oluşturduğu güzel bir manzara karşınıza çıkaracak. Cenevre gezisinin önemli bir kısmını bu bölgede geçirebilirsiniz. Göl kenarında kafelerde oturup manzarayı uzun uzun izleyebilirsiniz.

Gölün meşhur fıskiyesi 140 metre yüksekliğe su fışkırtabiliyor. Fıskiyenin ismi Jet d’eau ve gölün içinde olduğu için en azından Cenevre Belediyesinin fıskiyesinin kırılması gibi bir endişesi yok. Nehrin ve gölün suyu tertemiz, çok berrak. Etrafı şehirlerle çevrili olduğu halde gölün temizliğine İsviçreliler çok özen gösteriyor. Bu genel bir durum. Zürih Gölünün etrafında şehirler ve fabrikalar olsa da Zürih Gölü de tertemiz ve göllerde yüzmek mümkün.



Gölden şehrin öte yakasına Mont Blanc köprüsü üzerinden geçebilirsiniz. Köprünün diğer tarafında, göl kenarında Çiçek Saat ve İngiliz Bahçesi meşhur. Cenevre’de de kalsanız, yakınlardaki kasabalarda genellikle evden çevrilmiş minik otellerde de kalsanız sabah saatlerinde göl kenarında yürüyüş yapmayı ihmal etmeyin.  

Köprünün diğer tarafında devam ettiğinizde Old Town’a, şehrin tarihi merkezine gelmiş olacaksınız. Aslında Cenevre’de diğer birçok Avrupa, hatta İsviçre şehrine göre tarihi binalar daha az. Cenevre modern, yeni bir şehir. Ama katedrali ve heykelleri ile tarihi yönüne vurgu yapan yapılar da yok değil. Bu bölgede uzun, geniş bir alışveriş caddesi sadece yayalara açık. Pahalı, dünyaca meşhur birçok markanın mağazaları da bu yol üzerinde.

Biz bu yolun sonundan 5 dakika yürüme mesafesinde bir otelde kalmıştık. Bu bölgede daha ekonomik oteller bulmak mümkün.



Cenevre’nin beyaz şarapları gayet güzel. Leman Gölü’nün etrafında gayet muntazam şekilde düzenlenmiş bağlar göreceksiniz. Bağları ziyaret etmek ve şarap tatmak mümkün. Biz akademisyen bir çiftin konağına, şatomsu evine gitmiştik. Yüzyıllardır aile bu evde oturuyormuş ve mahzenlerini gezip sohbet ettik. Çok da uygun fiyata çok sayıda ev yapımı, özel şaraplarından alıp memlekete geri döndük.

Cenevre görülmesi gereken şehirler arasında, ama salt Cenevre seyahati yeterli gelmeyebilir. Bunu daha geniş bir İsviçre ziyaretiyle veya Fransa, İtalya’daki yakın birkaç şehirle birleştirerek veya Alp Dağları gezisini de katarak bir tur programı hazırlamak daha fazla memnun edecektir.