25 Mart 2015 Çarşamba

PORTO: Okyanus kenarında tanıdık bir Akdeniz şehri




Ülkemizde Portekiz’i ziyaret edip de beğenmeyen, övmeyen bir insan bulmak zordur. Avrupa’nın bir ucundan diğer ucuna gidilmesine karşın şehrinden insanına çok tanıdık bir ülkeye geldiğimizi hissediyoruz. Bunda tabii Akdeniz ülkesi olmanın yanı sıra yüzyıllarca Müslüman devletlerin hüküm sürmesinin miras bıraktığı kültürel benzerliklerin de etkisi olmalı. Sonuçta 997 yılına kadar yaklaşık 900 yıl Müslümanlar tarafından yönetilmiş.

Porto’ya gitmek artık çok daha kolay. Öncesinde İstanbul’dan doğrudan uçak seferi yoktu. Artık THY doğrudan Porto’ya uçuyor. Bu da Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olan Porto’ya olan ilgiyi arttıracaktır.

Porto tek başına ziyareti hak eden bir şehir. Ama hazır oralara gelmişken başka birkaç şehri gezmek de mümkün. Örneğin Lizbon’la birlikte ziyaret edilebilir. Lizbon-Porto arası uçakla 1 saat, yol boyunca okyanusla karanın sınırında kumsalların üzerinde uçuyorsunuz. Tabii biraz rüzgarlı. Veya 
Porto’ya gelmişken İspanya’nın Bask ve Galiçya bölgeleri de ziyaret edilebilir. Bilbao yakın bir şehir. Dahası doğrudan sefer yokken THY iki seçenek sunuyordu. İlki Lizbon aktarmasıyken ikincisi Barselona aktarmasıydı. Barselona’ya gelmişken de Porto’ya geçilebilir.

Portekiz halkı fiziksel olarak bizlere çok benziyor. Sizin orada yabancı olduğunuzu anlamaları pek mümkün değil. Kültürel olarak da benzerlikler var. Örneğin aile yapıları, büyüklere saygı, küçüklerin büyüklerin elini öpmesi gibi adetler Portekizliler'de de var.



Yeme-İçme


Portekiz 5 yılı aşkın süredir ciddi bir ekonomik kriz içinde. Yine de belirli bir kalitenin korunduğu anlaşılmakta. Ücretlerin düşüklüğü pazara da yansıdığı için diğer Avrupa ülkelerine göre görece ucuz bir ülke. Yiyecek-içecekleri ucuza alabilirsiniz.

Porto denilince akla şarabı geliyor tabii ki. Porto şarabı klasik şaraplardan daha farklı, daha tatlı, daha aromatik. Biz pek beğenmedik ama denemek şart.

Portekiz’in kendine has bir yemek kültürü-özgün bir mutfağı var. Hem et hem de deniz ürünlerinde iddialılar ve çok fazla seçenek var. Ancak damat tatları bize uzak sayılır, birçok yemeğin tadı size garip gelebilir. Et ürünlerini pek pişirmeden getirdikleri için 2-3 sefer geri göndermek durumunda kalabilirsiniz. Okyanus ürünleri de çeşitli ve ilginç sunumlar yapılabiliyor. Devasa midye ve yengeçler, okyanus tabanından alınan bir çeşit siyah yosun-bitkinin atıştırmalık olması ve okyanus balığının farklı lezzeti ilginizi çekebilir. Çok seveceğiniz tatlar olacağı gibi bazıları hoşunuza gitmeyebilir ama yine de denemekte fayda var.

Önerebileceğimiz 2 restoran var. İlki şehir merkezinde Abadia restoranı. Tarihi bir bina restorana çevrilmiş. Gayet şık, ilgili bir mekan. Et yemekleri ve mezeleri deneyebilirsiniz.

Diğeri ise Porto şehir merkezinden yaklaşık 20 dakika uzaklıkta, Perafita’da okyanus kenarında deniz ürünleri satan Ondas Sobre o Mar restoranı. Kumsalın yanında, okyanus manzaralı restoranda dalga seslerini dinleyerek ve devasa dalgaları seyrederek çeşitli deniz ürünlerini deneyebilirsiniz. Balık suyuna pilav da ilginizi çekebilir. Hem yemeğiniz bitince kumsalda yürüyüş de yapabilirsiniz.




Atlas’ın kıyısında


Biz Porto’ya Ekim ayında gittik. Deniz mevsimi zaten değildi. Ancak Porto’da yazın da denize girmek biraz zorlu. Çok soğuk olduğu için özel birkaç yer dışında denize girmek cesaret işi. Porto pek bir plaj kenti olarak da öne çıkmıyor zaten.

Portekiz’in Fado müziğini kumsalda gezerken daha iyi anlamak mümkün. Fado zaten Arabesk tınıları ile bize yabancı değil. Ancak denizlere açılan eşlerini kumsalda bekleyen kadınların yaktığı ağıtlar ve özlem türküleri olan Fadonun verdiği duyguyu okyanus kenarında gezerken hissedebiliyorsunuz. Uçsuz bucaksız bir okyanus ve dev dalgalar ürkütücü bir görünüm sunuyor.


Duoro Nehri ve ticaret




Porto’nun en güzel manzaraları Douro nehrinin etrafında görülüyor. Douro Nehri Portekiz’in iç kesimlerinden geliyor ve Porto’da denize dökülüyor. Siz de nehir kenarında yürüyerek denize döküldüğü yere gidebilir ve ardından kordonda uzun bir yürüyüş yapabilirsiniz. Çok eğlenceli, keyifli bir yürüyüş rotasını takip etmiş olacaksınız. Hatta bisikletle de gezebilirsiniz.

Porto nehir sayesinde ticaret ve sanayi kenti. Şarapçılık ve tarımın dışında tekstilin de çok geliştiği Porto, yüzyıllardır bir ihracat ve ithalat merkezi olarak yurtdışından gelen ürünlerin yurtiçine, Portekiz’in iç kesimlerinden gelen ürünlerin de yurtdışına iletildiği bir liman kenti. Zengin bir kent, Portekiz’in ilk burjuvazisinin oluştuğu bir şehir ve kendine özgü kültürünü, bağımsızlığını, zenginliğini bu sayede koruyabilen bir yer. Porto’ya aristokrasi değil burjuvazi hakim olmuş, bu da diğer Portekiz şehirlerinden önemli bir farkını oluşturuyor.

Deniz çok dalgalı olduğu için ticaret ve sanayi merkezi nehir kenarına yoğunlaşmış. Bu nedenle nehir kenarında yürürken çok sayıda tarihi konağa ve ticaret evine rastlıyorsunuz, şehrin en güzel mimari örnekleri nehir kıyısına dizilmiş durumda.

Nehrin öte yakası Porto değil, başka bir şehir, Gaia deniliyor. Porto’nun karşı tarafında nehrin kıyısında çok sayıda Porto şarabı üreten firmanın üretim ve satış ofisleri var. Nesillere devredilen firmalar halen aileler tarafından yönetiliyor. Şarap tadımı için buraya uğranılmalı.

Nehrin kenarında Porto’ya has küçük tekneleri göreceksiniz. Bu tekneler geçmişte iç bölgelerde üretilen ürünleri taşıyormuş, bilhassa da Porto şaraplarını. Nehrin özelliklerine uygun üretilen bu teknelere de zamanınız olursa binebilirsiniz.


Tarihi şehir merkezi




Porto şehri nehre sert bir iniş yapan tepelik bir şehir. Bol bol yokuş tırmanıyorsunuz, ciddi bir egzersiz oluyor. Nehir vadinin arasından geçiyor. Bu nedenle Porto’yu nehrin öte yakasına bağlayan tarihi köprüler şehre siluetini de kazandırıyor. Aralarında Eiffel’in de mimarlığını yaptığı (Dom Luis) demirden köprüler ziyaret edilmeli, bol bol fotoğraflanmalı ve üstünden geçilip karşı taraf ziyaret edilmeli.

Bizim otelimiz şehrin önde gelen kültür merkezi olan Casa da Musica’nın yakınında olduğu için bu binayı da gezme imkanımız oldu. Burası da gayet ilgi çekici, modern bir sanat merkezi. Tarihi merkezin biraz dışında ama yine de yürüme mesafesinde.




UNECSO Dünya Mirasında yer alan Porto’nun tarihi şehir merkezi (Barredo ve Riberia) küçük bir alanı kaplıyor. Dar sokaklardan inip çıkarak bu güzel şehri kısa sürede keşfedebilirsiniz. Yol üzerinde zamanında ticari amaçlarla kullanılan veya bir burjuvanın konağı olarak kullanılan güzel binaları, köşkleri, sarayları göreceksiniz.




Tarihi tren garına (São Bento) özel bir zaman ayırmakta fayda var. Binanın içinde seramik ve çinilerden yapılan resimler oldukça ilgi çekici. Bu resimlerde kırsal hayattan manzaraların yanı sıra savaş sahneleri de yer alıyor, örneğin teslim olan, yaşamlarının affedilmesini dileyen Müslüman Arapların resimleri ve muzaffer kumandanlar, Hıristiyan fatihlerin resimleri…




Tarihi şehir merkezindeki Borsa Sarayı (Palacio da Bolsa) da mimarisi ve haşmetiyle ilginizi çekecektir. Buradaki Arap Odası çok meşhur, bizim vaktimiz olmadı ve resimlerine baktık. Çok güzel, ihtişamlı bir oda. Libertade Meydanı ve Katedraller de zaten tarihi şehir merkezinin sokaklarında dolaşıp kaybolurken karşınıza çıkacak ve ilginizi çekecektir. Yine Rua de Santa Catarina Caddesi yayalara açık bir alışveriş caddesi. Çok sayıda hediyelik eşya dükkanı ve cafe-restoran da bu bölgede yer alıyor.




Portekizce İspanyolcaya yakın bir dil. Ancak İspanyolca’nın bir lehçesi de değil. En azından alışkanlıkla teşekkür etmek için “gracias” değil “obragado” demeyi unutmayın.


Porto’dan mutlu ve keyifli şekilde ayrılacaksınız…


Rumeli'nin başkenti: Makedonya-Üsküp




Makedonya’nın başkenti Üsküp yurtdışı tatilini yurtiçinde tatil yapıyormuş rahatlığında yaşamak isteyenler için favori bir şehir. Hem başka bir ülkeyi görüyorsunuz hem de kendinizi evinizde gibi hissediyorsunuz.

Üsküp’ün yakınlığı yalnızca 1.5 saatlik uçak yolculuğundan ibaret değil. Sadece vizesiz ziyaret imkanı sunması da değil. Kültürel ve sosyal açılardan da Balkanlarda bize en yakın yerlerden biri. 
Üsküp görece küçük bir şehir, Makedonya da küçük bir ülke, gezilecek görülecek yerler sınırlı ama Üsküp’e ziyaret size gördüklerinizden daha fazlasını vaat ediyor. Sizi yemek, içki, müzik, sosyal ilişkiler gibi birçok açıdan tatmin ediyor.

Üsküp’e vizesiz seyahatin mümkün olması, dahası ülkemizde Makedonya kökenli yüzbinlerce insanın yaşıyor olması İstanbul ile Üsküp arasında uçak seferlerinin hem çok sık olmasına hem de oldukça ucuza bilet bulmayı mümkün kılıyor. Biz iki sefer Üsküp’e gittik ve her ikisinde de tek yön bileti 50-70 TL arasında bir fiyata bulduk.



Üsküp’te Türklerin yanı sıra Müslüman nüfus içinde Arnavutlar ağırlıklı yer almakta. Ancak Makedonlar da Arnavutlar da Türkçeyi bir nebze de olsa konuşabiliyor veya önemli kelimeleri biliyorlar. Makedonya gezimiz sırasında hiç İngilizce konuşmaya gerek kalmadı, herkesle Türkçe anlaştık.

Makedonya’nın bir diğer özelliği de bizim için çok ucuz olması. Özellikle yeme içme açısından en pahalı restoranlarda dahi rahatça yiyip içip kişi başı 20-25 TL verip ayrılmak mümkün. Taksiler de aynı zamanda çok ucuz. Mesela biz çevre şehirlere özel taksiyle gidip geldik. 4 kişi bir taksiyle kişi başı 15-20 TL’ye çevre şehirlere günübirlik gezi yapabilir.

Yeme-içme anlamında da bizim damak tadımızdan farksız. Bol bol köfte, kuru fasulye, salata yiyeceksiniz. Et yemekleri de çeşitli. Yemeklerimiz ortak. Yemek isimleri Yunanistan’la da ortak ama Yunanistan’daki dolma, sarma, cacık gibi ortak yiyeceklerin tatları bize göre farklı. Oysa Makedonya’da yemeklerin tatları da bizimkiyle aynı.




Makedonya’nın şarapları da oldukça meşhur. Zaten Yugoslavya zamanında tüm ülkenin şaraplarını Makedonya karşılıyormuş. Tikveş bölgesi şarapları öne çıkıyor. Hem çok ucuz hem de çok lezzetli şaraplar. Ayrıca çok şarap içildiğinde genelde baş ağrısı yapar ama Makedon şarapları baş ağrısı da yapmıyor. 8-10 TL’ye çok güzel şaraplar alabilirsiniz. Biz 7-8 şişe aldık yanımızda.

Makedonya’da dericilik de geliştiği için uygun fiyata güzel ayakkabılar, çizmeler, kalpaklar, pabuçlar alabilirsiniz. Minik, anahtarlık boyutunca pabuçlar şans getirdiği için alıp evinize asabilirsiniz.

Makedonya’da etnik ve dini kimliklerin ayrımları çok net ve bu durum oldukça üzücü. Küçük ve güzel bir ülkede etnik ve dini ayrımlara göre insanlar arasında gerilimlerin olması acaba kimlerin işine geliyor? Makedonlar, Arnavutlar, Türkler / Müslümanlar-Hıristiyanlar/ Sünniler-Bektaşiler gibi ayrımlar oldukça net. Bunu şehri ve ülkeyi gezerken de sembollerden, bayraklardan anlamak oldukça mümkün. Topluluklar kendi içlerinde, bir arada yaşamakta ve farklı kimlik grupları arasında gerilimler de zaman zaman ortaya çıkıyor. Hükümet ve bakanlıklar da etnik kimlikler nezdinde paylaşılıyor. Örneğin Türkler Çalışma Bakanlığını üstlenmiş ancak bu paylaşımın bozulması halinde ciddi sorunların çıkmasına engel olacak güvence ne kadar sağlamdır, bu pek net bir husus değil.

Makedonlar Bulgarcanın bir lehçesini konuşuyorlar. Aslında Makedon ulusal kimliği de tartışmalı ve görece yakın dönemde oluşturulmaya çalışılıyor. Geçmişi de Yugoslavya’nın kuruluş dönemine başlıyor ve Makedonlar kendilerini daha net çizgilerle ayırmaya çalışıyorlar. Ulusal kimlik esas olarak iki temel varsayımdan yola çıkarak inşa ediliyor. İlk karşıtlık Yunan milliyetçiliği üzerinden oluşuyor. Bu, antik dönemlere işaret eden, Büyük İskender, Makedon krallığı ve Helenizm üzerinden şekilleniyor ve Yunanlıların değil kendilerinin İskender’in torunları olduğu iddia ediliyor. İkinci karşıtlık ise Türk-Osmanlı tepkisi üzerinden Osmanlı Devletine karşı bağımsızlık mücadelesi veren IMRO (İç Makedonya Devrimci Örgütü) ve dönemin aydınları üzerinden dile getiriliyor. Ancak güncel politikada Türkiye-Makedonya ilişkilerinin olumlu seyir izlemesi, çok sayıda Türk yatırımcının Makedonya’da iş yapması, öte yandan Yunanistan’ın Makedonya’yı isminden dolayı tanımaması ve izlediği karşıt politika nedeniyle antik döneme vurgu öne çıkıyor. Yunanistan’da Selanik’in içinde yer aldığı bölgenin de Makedonya olması ve Helenizmin Yunan kimliği açısından vazgeçilmez olması yeni bir rakibe tepki duyulmasını sağlıyor. Yunanistan’ın baskısı sonucunda zaten Makedonya’nın resmi ismi de FYR Macedonia, yani Eski Yugoslavya Cumhuriyeti olan Makedonya.




Bu anlamda Üsküp’ü gezerken göreceğiniz devasa büyüklükteki heykeller ve yüzlerce daha küçük çapta heykel bu milliyetçi kimliğin inşasına hizmet ederken dağın tepesine dikilen devasa Haç da Hıristiyanlığa vurgu yapıyor. Hakim ulusal kimliğin bu dışlayıcı özelliği Makedonya vatandaşı olan diğer etnik kimlikleri kapsamayı da engelliyor.


Üsküp şehri


Bu kadar politika yeter. Üsküp’e şayet Sabiha Gökçen’den uçarsanız indiğinizde şaşırabilirsiniz, çünkü Üsküp’teki havalimanı Sabiha Gökçen’in bir kopyası, zaten aynı şirket inşa etmiş. Havalimanından şehir merkezi taksiyle yaklaşık 20 dakika ve 20 euroya gidebilirsiniz.



Biz Bit Pazarı denilen eski bölgede Hotel Super 8 otelinde kaldık iki seferde de ve memnun olduk.
Üsküp şehrinin ortasından Vardar Nehri geçiyor. Vardar Nehrinin bir yakası Müslüman kesimin yaşadığı Çarşı bölgesi. Burası tipik bir Osmanlı şehri, aynen muhafaza edilmiş, Türkiye’de dahi bu kadar geniş bir klasik Osmanlı şehri bulmak mümkün değil, belki birkaç mahalle korunmuş oluyor. Bu bölgede küçük, yoksul evler, minik esnaf dükkanları ve köfteciler yer almakta, genelde Arnavutlar ve Türkler oturuyor ve çalışıyor. Pazarlık yaparak hediyelik eşyalar alabilirsiniz.
Vardar Nehrinin öte yakası ise Makedonların oturduğu ve çalıştığı tipik bir Avrupa şehri. Modern şehir bu bölgede kurulup genişlemiş. İki bölgeyi ayıran Vardar Nehrinin üstünden geçen tarihi Taş Köprü de Osmanlının ilk dönemlerinde inşa edilmiş, gayet güzel bir köprü, bol bol fotoğraf çekilecek bir yer.

Çarşı’dan Taş köprüyü geçtiğinizde şehrin modern kısmında geniş bir meydan, Makedonya Meydanını göreceksiniz. Burada dev bir heykel olarak Büyük İskender atının üstünde şahlanmış vaziyette doğuya yönelmişken sizi karşılayacak. Köprünün Müslüman tarafında da Büyük İskender’in babası Filip’in dev heykeli de sonrasında inşa edilmiş. Meydanın etrafında, nehrin iki yakasında ve yeni yapılan diğer köprülerde onlarca heykeli inceleyebilirsiniz.





Meydanın ve nehrin etrafında çok sayıda yeni bina da yapılmakta ve şehir merkezinin görünümü büyük oranda değişiyor. Yeni binalar genelde antik binaları andırır şekilde sütunlar konularak inşa ediliyor ve tarihi geçmişe referans veriyor. İnşaatlar devam etse de büyük oranda meydanın düzenlenmesi bitmiş durumda.  Yüksek mahkeme, bakanlıklar ve müze işlevine sahip binalar ve çevresindeki köprüler geceleri ışıklandırıldığında gayet güzel, hoş bir görüntü oluşuyor.

Çok sayıda heykel, köprü, antik dönem binalarına göndermede bulunan sıfır kilometre devasa binalar, ışıklandırmalar, antik döneme referans veren taklar, kapılar ilk başta size şaşırtıcı ve yorucu gelebilir. Sonuçta Ankara’da belediyenin inşa ettiği benzerlerine göre gayet kaliteli ve estetik oldukları teslim edilebilir. Zaten heykeller Floransa’da yaptırılıyormuş. Ancak yoksul bir ülkenin sosyalist dönemde çalışan fabrikaları kapatılmışken devletin paraları bunlara harcamasını da garipseyebilirsiniz, bunların hepsini biz de hissettik. Ancak bu harcamaların bir yanı bahsini ettiğimiz ulusal kimlik inşasına ve tarih bilincinin oluşumuna hizmet ederken öte yandan politik olarak Avrupa Birliği’ne aday üye olan ülkenin Avrupalılık kimliğini benimsemesini ve kendisini diğer Yugoslav devletlerinden ayırmasını sağlıyor. Öte yandan turizmi geliştiriyor ve Üsküp’ün turistik destinasyonlar içine girmesini sağlıyor. Uluslararası medyada reklamların da etkisiyle International Herald Tribüne 2015 yılında ziyaret edilmesi gereken 100 şehir arasında Üsküp’ü de sayıyor ve meydanın görünümü çekici bir şekilde sunuluyor. Yoksa Üsküp’te görülecek yerler sınırlı. Kültürel açıdan bize çekici gelse de Avrupalı turist için pek de ilgi çekici bir yer sayılmaz. Ancak ucuzluğu, meydanın çekiciliği ve yakın çevredeki doğal güzellikler ile Üsküp de turistlerin ilgi gösterdiği bir şehir halini almaya başlıyor.




Üsküp’ü yürüyerek gezmek gerekir. Çarşı kısmını sokak sokak gezersiniz. Çok sayıda tarihi hamam, cami ve hanı ziyaret edebilirsiniz. Çarşının üst tarafındaki Kale’yi ziyaret edip Vardar Ovasına kuşbakışı bakabilirsiniz. Kalenin içi genelde kilitli oluyor. Gezerken çok sayıda kahve ve çay bahçesinde oturup dinlenebilirsiniz. Taş Köprü’yü geçtikten sonra Meydanın çevresinde gezebilirsiniz. Çok sayıda otel, bar ve kafe meydanda yer alıyor. Hizmet kalitesi yüksek, personelin ilgisi gayet iyi. Nehir kenarında yürüyüş yapıp nehre bakan kafe ve barlarda da zaman geçirebilirsiniz. Veya Meydandan dümdüz ilerleyip tarihi Tren Garına doğru yürüyebilirsiniz. Trafiğe kapalı yolda yürürken yine sağlı sollu sıralanan kafelerde, barlarda zaman geçirebilirsiniz. Biraz ileride sol tarafta Maria Teresa Müzesini ziyaret edebilirsiniz. Maria Teresa müzenin olduğu evde yaşamış. Yolun sonunda Tarihi Tren Garını göreceksiniz. Artık burası gar değil, müze, müzenin girişindeki saat 1963’teki depremde durmuş ve halen o anı gösteriyor. Tarihi Garın yanında da Türk sermayesinin Üsküp’e hediyesi (!) bir AVM göreceksiniz. AVM’de çok sayıda Türk firmasının dükkanı yer alıyor. Şehre en tepeden bakmak istiyorsanız dağın tepesindeki Haç’a (Millenium Cross) çıkabilirsiniz. Sis yoksa tüm ovayı görebilirsiniz.


Matka kanyonu     

 



Üsküp’e taksiyle 20 dakika uzaklıkta bir doğa harikası. Taksiyle 25 euroya gittik. 3 saat orada zaman geçirdik.  Kesinlikle ziyaret edilmesi gereken bir yer. Biz Ocak ayında gittiğimiz için her yer kardı ve eminiz ki her mevsimin güzelliği bir başkadır.

Matka Kanyonu aslında bir baraj gölü. Çok güzel bir nehir, yanında orman ve dağ. Nehrin kenarındaki dar yolda yaklaşık 1 km küçük bir yürüyüş yolunda ilerliyorsunuz, barajı geçince nehir bir göle dönüşüyor. Çok soğuk bir su. Kanyonun sonunda güzel bir restoran var. Burada fiyatlar şehir merkezine göre pahalı, şarap içip, birkaç meze atıştırılıp zaman geçirilebilir.





Ziyaret ettiğimiz restoranlar


Üsküp gezisi bizim için bir gurme gezisi oldu. Yemeklerin çeşitliliği, damak tadımızla ortaklığı ve en güzel restoranda dahi fiyatların gayet uygun olması bizi motive etti ve her akşamı güzel bir restoranda geçirdik.

Skopski Merak restoranı şehir merkezinin biraz dışında, taksiyle gidebilirsiniz. Gayet güzel bir restoran. Biz yılbaşı eğlencesini-yemeğini Merak’ta yaşadık. Yemekler ve servis gayet kaliteliydi, personel çok ilgiliydi. Müzik çok iyiydi, opera sanatçıları çok güzel Makedonya türküleri söyledi, zaten çoğu tanıdık türküler. Bizim dışımızda herkes şehrin yerlisiydi ve çok eğlenceliydi. Bol bol “horon” oynadık ama horonu çok ciddi bir yüz ifadesiyle oynuyorlar…




Old Housa (Stara Kuki) meydana yakın tarihi bir Osmanlı-Makedon köşkü. Osmanlı zamanında maliye bakanlığının yeriymiş. Güzel bir avlu ve bahçe ve klasik bir Osmanlı köşkü. Restoran ama aynı zamanda müze, Osmanlı döneminin eşyaları sergileniyor. Yemekleri, şarapları gayet güzeldi.

Meydanda Pelister ve Bistro London da hem akşam yemekleri için hem de bar olarak gayet güzel mekanlar. Meydanı, insanları izlemek için uygun bir yer.


Tetova (Kalkandelen) – Gostivar


Günübirlik bir tur olarak 2 taksiye atlayıp Gostivar ve Tetova’yı ziyaret ettik. Yol boyunca Makedonya ovasını, şirin köyleri seyrederek ülkeyi tanımaya çalıştık.



Gostivar 2 saat uzaklıkta, Türklerin en yoğun yaşadığı ve çoğunluğu Arnavutların oluşturduğu bir şehir. Şehirde bir saat kulesi var ama başka bir şey yok. Çirkin yapıların yer aldığı bir şehir. Çok güzel bir nehir geçse de ve şehir gayet güzel bir hale gelebilirken şehirciliğe hiç özen gösterilmemiş. Burada börek yiyip kısa süre durup ayrıldık, bu şehri de görmüş olduk.

Tetova Üsküp ile Gostivar arasında, her iki yere de 1 saat uzaklıkta. Üsküp kadar olmasa da büyük bir şehir. Büyük bir üniversite de var. Tetova’nın girişinde Harati Baba Dergahını ziyaret ettik. Burası bir Bektaşi Dergahı.  1538 yılında Kanuni zamanında Mahi Devran Sultanın ağabeyi tarafından kurulmuş. Yugoslavya zamanında eğlence mekanı, restoran olarak kullanılmış. Sonrasında yeniden dergah olmuş. 2000’li yılların başlarında Selefi gruplarla kavga yaşanmış, Ohrid Anlaşması ile çözüm bulunmuş ancak 2010 yılında Selefi gruplar şiddet kullanarak bazı binaları işgal etmiş. Biz ziyaret ettiğimizde zikir sesleri duyunca şaşırmıştık, Bektaşiliğe uygun bulmamıştık, sonrasında bu seslerin Selefi grup tarafından çıkarıldığını öğrendik, tedirgin olduk. Bu esnada Bektaşi dervişi Abdulmuttalip Bekiri bizi karşıladı, çok hoş bir Türkçeyle bizi odasına davet etti, ağırladı, sohbet ettik.



Ardından şehir merkezindeki Alaca Cami’yi ziyaret ettik. İki kız kardeşin yaptırdığı cami alışılmışın dışında rengarenk süslenmiş. Gayet güzel bir camiydi. Bu iki tarihi binadan sonra şehirden ayrıldık.
Bir başka gün de Manastır’ı ziyarete dip Ohrid Gölünde kalmayı düşünüyorduk ancak yoğun kar nedeniyle yollar kapalıydı ve bunu gerçekleştiremedik.      








Farklı bir “ada” deneyimi: Malta



Malta, Akdeniz’in ortasında küçük bir ada ülkesi. İtalya’nın/Sicilya’nın hemen altında, Kuzey Afrika’ya da oldukça yakın. İngilizce İngiliz sömürgesi olduklarından resmi dil. Maltaca ise halkın esas konuştuğu dil. Maltaca Arapçaya yakın, Semitik bir dil. Birçok kelime bize tanıdık. Örneğin merhaba onlarda da merhaba, mrhaba yazıyorlar.


9-12 Nisan 2013 tarihlerinde Malta’nın başkenti Valetta’daydık. Şehir merkezine oldukça yakın, deniz kenarındaki bir otelde kaldık.

Büyük “Türk İşgali”, Britanyalılık ve ulusal kimlik



Malta güzel ve ilginç bir ülke. Ancak karşınızda klasik bir Akdeniz adası bulamayacaksınız. Tarihsel özellikleri ile farklı bir kültür oluşturmuşlar ve klasik bir ada halkı gibi değiller. Bir kere çok dindar bir ülke. Katolik Hıristiyanlar. Küçücük ülkede 365 kilise varmış ki her gün başka bir kilisede ibadet etme şansınız var! 



Muhafazakar bir yapıları var. 1987’den 2013’e kadar milliyetçi parti ülkeyi aralıksız yönetiyor, bu sene Mart ayında yapılan genel seçimlerde İşçi Partisi iktidara ancak gelebiliyor. 


İkincisi, Türk karşıtlığı ulusal kimliklerine işlemiş. Adayı Osmanlı ordusu yüzyıllar önce, 1565’de Kanuni zamanında işgal ediyor ve daha öncesinde Rodos’u Osmanlıya bırakan Şövalyelerin öncülüğünde büyük bir direniş gösteriyorlar ve Osmanlılar ablukayı kaldırarak geri çekiliyor. Bu nedenle Türk işgali/ Büyük İşgal ve sergiledikleri direniş günümüzde de oldukça canlı şekilde ulus inşası sürecinde bilinçlere işlenmiş. 


Yıllarca adalarını sömürge olarak tutan İngilizlere böyle bir tepkinin olmaması bir yana sevgi duydukları, ilham aldıkları, İngilizceyi resmi dil kabul ettikleri, üniversite mezunlarının İngiltere’de iş bulmak için yoğun çaba göstermesi de not edilmelidir ki milliyetçiliklerinin özü daha net anlaşılsın, ki bağımsızlık tarihleri de 1964, oldukça geç. Adanın tarihsel olarak yönetiminde masonların önemli bir rolü olduğunu da yöneticilerin unvanlarından ve tarihi eserlerden anlamak mümkün.





Ayrıca adada geniş kumsallar bulmak pek mümkün değil. Ada kayalık bir yapıya sahip, ancak dahası insan eliyle tamamen askeri savunmaya yönelik şekilde denizle bağlantının devasa kalelerle kesilmesi de ada halkının denizle bağını zayıflatmış. Başkent Valetta ve çevresindeki şehirler büyük, abartılı derecede sağlam kalelerle çevrelenmiş. Bunları öyle sağlam inşa etmişler ki yapıldıktan yüzlerce yıl sonra 2. Dünya Savaşında Alman uçaklarının attığı bombalar ile etki yapmamış. Korku sen nelere kadersin! Dolayısıyla bol bol kale geziyorsunuz.

Başkent Valetta




Başkent Valetta diğer şehirler gibi küçük bir kent. Birbirine paralel iki ana cadde var. Küçük küçük 
dükkanlarla tarihsel yapısı korunmuş. Şehrin merkezini birkaç saatte gezebiliyorsunuz, kumsal olmadığı için günün geri kalanını kumsalda güneşlenerek geçirmek de mümkün değil, otelin havuzu bir seçenek olarak duruyor veya vapura, otobüse atlayıp çevre şehirleri gezebilirsiniz. Diğer şehirler de yapı itibariyle Arap şehirlerine benziyor.


Valetta’da Grand Master’ın (tarihte Malta’nın başkanına verilen unvan) sarayını gezebilirsiniz. Şehrin girişinde sağ tarafta biz gittiğimizde inşa edilen anfi tiyatronun yanındaki sokaktan yukarıya doğru yürüdüğünüzde Başbakanlık ofisini göreceksiniz ve orayı geçince de karşınıza bir park çıkacak. Valetta’nın yüksek bir noktasındaki bu parkın manzarası harikulade. Malta’da olduğunuzu size kanıtlayan manzara ile ülkenin yapısını net şekilde görebiliyorsunuz. Kaleler, kiliseler, birbirine yakın farklı adalar ve yarımadalar bu parktan net şekilde görülebiliyor.

Rabat ve Mdina şehirleri





Malta’ya gitmişken görmeniz gereken, Malta’yı anlamak ve sevmek için kaçırmamanız gereken şehir ise “Sessiz Şehir” olarak da bilinen Rabat ve Mdina. Bizim bildiğimiz Medine. Valetta’dan 1 saate yakın bir araba yolculuğuyla gidilen Mdina ve Rabat ülkenin eski başkenti.


Denizden en uzak yere başkentlerini kurmaları da yöneticilerin ve halkın denizle ilişkisini bizlere gösteriyor.


Mdina, halen yaşam olsa da daha çok turistik bir şehre dönüşmüş ve kuruluşundan bu yana yönetici sınıfın, zenginlerin oturduğu bir şehir olmuş. Ortaçağın tarihsel yapısı aynen korunmakta, dar sokaklarda, oldukça güzel ve şık konakların arasında şehri gezdiğinizde özellikle kapılardaki sanatsal işçilik dikkat çekiyor.





Susuz Ada ve Tavşan Yahnisi



Malta’nın en ciddi sorunlarından biri su. Kurak bir ada. Akarsu yok. Ülkede dağ da bulunmuyor.
Adada yetişen zeytin ve diğer meyveler de susuzluktan kaynaklı daha küçük ve tatları acı. Çok sayıda tavşan olduğu için tavşan yahnileri de oldukça meşhur.

Malta’da şehirler arasında vapurla yolculuk yapabileceğiniz gibi otobüs seferleri de sıkça yapılmakta ve gayet rahat. Ayrıca oteliniz üzerinden veya dışarıda taksilerle anlaşıp ada turu yapabilirsiniz. Bir gün içinde adanın belli başlı şehirlerini ve tarihi yerlerini görmek mümkün. 

Konuksever bir halk


Muhafazakar yapıları sizde önyargılara sebep olmasın. Halkı yardımsever ve konuksever. Çeşitli vesilelerle gezimizden önce tanıştığımız Maltalılar gezimiz sırasında da bizi misafir ettiler, ülkelerini gezdirdiler. Ayrıca dil okulları vesilesiyle Türk öğrencilerinin yoğun olduğu bir ülke.

Zaman azlığı ve ilgimizi pek çekmemesi sebebiyle gece yaşamıyla ünlü birkaç kasabayı ziyaret edemedik.

Ancak Malta kendine has bir ülke olarak, hazır gidiş-geliş imkanları da gelişmişken (doğrudan 2.5 saatle gidebiliyorsunuz ve schengen vizesi oldukça rahat şekilde alınabiliyor) gidip görmekte ve kısa bir tatil için değerlendirmekte fayda var. 

İsviçre hakkında notlar




İsviçre dünyanın en güzel ülkelerinden biri. Dağları, gölleri, nehirleri ve düzeni ile ziyaret edenleri cezbeden bir yanı var. Ancak huzur ve kurallar monotonluk ve sıkıcılıkla da eşdeğer hale gelebilir. Her şey kurallı, her şey öncesinde belirlenmiş, tek yapılması gereken ve tek beklenti kurallara uymak. Bunları sorun etmeyenler açısından İsviçre gezilmesi, görülmesi gereken, dinlendirici, harika doğa manzaralarının, dağların, nehirlerin ve göllerin birbirinden güzel manzaraları ortaya çıkardığı bir ülke.

Coğrafi konumu nedeniyle Avusturya, Almanya, Fransa ve İtalya gibi çevre ülkelere geçiş de rahatlıkla mümkün. Biz ucuz uçak bileti imkanı sayesinde Basel’e birçok kez gidip, biraz İsviçre’yi gezdikten sonra İtalya, Fransa ve Almanya şehirlerine doğru yolculuklara çıktık.

Bu yazı da İsviçre üzerine genel gözlemlerimizi paylaşacağız. Zürih, Basel, Cenevre, Thun, Fribourg üzerine gözlemlerimize ayrı yazılarda yer vereceğiz.

İsviçre’de kurallara uymak için öncesinde bilgi sahibi olmak şart. Yoksa canınız sıkılabilir. İsviçre toplumu bu kuralları içselleştirmiş ve ufak bir hatanızda sizi polise ispiyonlayabilir. Bunu kötü bir şey olarak değil, bir görev olarak görürler. Örneğin Türkiyeli göçmen arkadaşlarımız arasında akşam 9’dan sonra gürültü yapılmaması önemli bir uyarıdır. Yoksa polis gelebilir. Bunu İsviçreli bir arkadaşımıza söylediğimizde bunun zaten doğal olduğu ve 9’dan sonra gürültü yapmanın saçma olduğu üzerine bir ders alırsınız. Yada otoyolda araba kullanıyorsanız hız sınırına kesinlikle uymalısınız, yoksa ceza yemeniz kaçınılmazdır. Bu nedenle şehirlerarası otobanda giderken 100 Km hız sınırı sebebiyle farklı şeritlerde arabalarla uzun süre yan yana gidebilirsiniz. Yolda insanlarla tartışmak çok mümkün değil ama oldu ya birisiyle ağız dalaşına girdiniz, birbirinizin üstüne yürüdünüz, aman ilk yumruğu siz atmayın, ne olursa olsun ilk saldıran suçludur, ilk saldırıya uğradıktan sonra karşınızdakine istediğinizi yapabilirsiniz, bu sizin haklılığınızı bozmaz, bu nedenle burun buruna birbirine bağıran ama kollarını kaldırmayan insanlar görürseniz şaşırmayın. Veya komşunuz arabayı parka yanlış şekilde park ettiğiniz için sizi şikayet edebilir vb…




İsviçre’de çok iyi bir tren sistemi var. O nedenle özel araba yerine trenle yolculuğu tavsiye ediyoruz. Trenler her şehre gidiyor, çok sık seferler var, gayet de hızlılar, konforlular ancak biraz pahalılar. İsviçre’den Avrupa’nın her yerine tren bulabilirsiniz. Uzun kalacaksanız veya sık tren kullanacaksanız İsviçre tren şirketi SBB’nin çeşitli indirim kartları var veya uçakta olduğu gibi erken alırsanız ucuza bulabilirsiniz. Biz İsviçre içinde ve çevre ülkelerinde yaptığımız gezide çok tren kullanacağımız için interrail kullanmış ve 2 bin TL’lik tren bileti yerine 600 TL ödeyerek çok büyük kara geçmiştik.

Trende dikkat etmeniz gereken esas konu saatleri. Tren perondan 18.28’de kalkıyorsa tam o dakika ve saniyede hareket eder, kimse var mı yok mu, koşturan var mı diye bakmaz. Hatta bir keresinde garip şekilde saatim bir dakika geri olduğu için bavulu trene yerleştirip ardından trenden bir adım dışarı çıkıp tanıdıklarıma sarılırken kapı kapandı ve bavulum gözümün önünde gitti. Tabii, bu saçma talihsizliği görevlilere bildirince gayet kurallı ve iyi işleyen bir sistemi olan İsviçre’de bavulum bulunmuş ve tarafıma iade edilmişti.

Trende bilet ve pasaport kontrolü sıkça yapılmaktadır. Hatta işi o kadar abartırlar ki karşılaşan iki üniformalı polis veya bilet denetçisinin birbirlerinin kimliklerini dahi kontrol ettiklerine tanık olduk. Ayrıca yabancı gördüklerinin kimlikleriyle özel olarak ilgilenmekteler. Ben esmer olduğum için istisnasız pasaportumun ayrıntılı şekilde incelemesine maruz kaldım. Siyahlara yönelik muamele ise daha kötü ve ayrıntılı. İsviçreli arkadaş edinirseniz gayet iyi insanlar ancak Avrupa’da ırkçılığın en yaygın olduğu ülkeler arasında olduğu da unutulmamalı.




Bir akşam konukları olduğumuz Fribourg’un köyünde oturan arkadaşımızın ailesi sayesinde kırsalda yaşayan İsviçreli bir aileyi tanıma imkanımız oldu ve kendi aile yapımızla şaşırtıcı benzerlikler bulduk. Özellikle ataerkil aile yapısının belirginliği ilgimizi çekti. Köydeki güzel evlerinin bahçesinde baba mangal yaparken anne ve kızı yemeğe servis yapıyor, tabağımızda yemek bitince baba kaş-göz hareketiyle anneyi veya kızı uyarıyor, onlar da hemen tabağı yeniliyor ve yeni bir şey öneriyor. Fribourg’a Basel veya Zürih’ten Cenevre veya Lozan’a giderken yolda uğrayabilirsiniz, minik, şirin bir şehir. Nehre tepeden bakan terasları olan güzel kafeleri ve tarihi bir kilisesi olan bir şehir.

İsviçre yüzyıllardır savaş yapmaması, nötr dış politikası ve barışçıllığı ile bilinse de aslında zorunlu askerliğin devam ettiği oldukça militarist bir ülke. Denize kenarı olmamasına karşın gölleri sebebiyle donanması olan tek ülke. Silah kaçakçılığı ve kara para aklama yönleri zaten biliniyor. Özcesi masum bir ülke değil, zenginliğin kaynağı da dağlardan akan sular ve göller değil.

İsviçre pahalı bir ülke. Yolculuk, yeme-içme ve oteller gereksiz bir pahalılık var. İsviçre vizesi alırken dahi size farklı, daha olumlu yaklaştıklarını görmek mümkün. Size diğer ülkeler gibi potansiyel mülteci muamelesi değil müşteri gibi yaklaşıyorlar.




İsviçre’de her şey düzenli demiştik, insanların yaşamları da öyle. Her şey rutinde. Örneğin sabah 5’de koşuya çıkan çok sayıda insan var. Erkenden işe gidip ona göre erken çıkmak, haftasonu belirli bir saatte bara gitmek, belirli zamanlarda aile ile piknik yapmak vb, her şey sıkıcı bir düzenlilik içinde. Çok güzel bir dağa tırmanıyorsunuz, orman, dereler, manzara… Piknik alanlarına geliyorsunuz, ormanı yakmamanız ve çevreyi kirletmemeniz için mangal alanları özel olarak hazırlanmış ve mangalda kullanacağınız tüm çıra ve odunları tek boy halinde sıra ile dizilmiş bulabiliyorsunuz. Her şey düşünülmüş, tek yapmanız gereken ateşi yakmanız. Bu bize ilk başta mükemmel bir hizmet olarak geliyor ama bir süre sonra tüm bunlar aşırı bir sıkıcılık, sıradanlık ve yabancılaşma da yaratıyor. Her şeyin kurallı, düzenli ve kontrol altında olması, kuralları hafif bozduğunuzda, örneğin 100 km yerine 105 km ile gittiğinizde, akşam 9’da bahçenizde arkadaşlarınızla sohbet edip eğlenirken sesinizi hafif yükseltmeniz gibi durumlarda polisi karşınızda bulmanız itici bir durum.

İsviçre küçük bir ülke. Tabii yüksek dağları göz önüne alındığında ülkenin coğrafi derinliği oldukça büyük bir ülke görünümünü sağlıyor. Ülke küçük olmasına karşın farklı diller ve bölgelere bölünmüş durumda. Almanca, İtalyanca, Fransızca ve yerel bir dil olan Romanşça halk arasında konuşuluyor. Ancak bir İsviçrelilik ruhu yaratılmış. Bunda ekonomik rahatlık belirleyici olmalıdır. Almanya, İtalya ve Fransa’dan durumları gayet iyi sonuçta. Ekonomik refahın yanı sıra tarihsel olarak İsviçrelilerin kendilerini Alp Dağları halkı olarak görmesi, Avrupa’daki ilk burjuva devrimlerinden birini gerçekleştirmeleri, kendi içlerinde demokratik ve konfederal bir yapı kurmaları ve farklı dilleri konuşan etnik yapıların komşu ülkelerin ulusal birliklerinin kurulmadan önce ulusal birliklerini kurmuş olmaları gibi çeşitli etkenler de buna neden olmakta. İsviçre’de hiçbir zaman dil ve mezhep üzerinden ayrılıkçı ve komşu ülkeyle birleştirmeyi hedefleyen bir siyasi hareket ortaya çıkmamış.

Eğer yolunuz yazın İsviçre’ye düşerse göllerde yüzmeyi ihmal etmeyin. Bir deniz değil ama temizliğine güvenebilirsiniz. Tabii dağ suları ile beslendiği için de biraz soğuk.

Tekstil ürünlerinde bir numara yok.  İnsanlarının modayı takip ettikleri de söylenemez. Tüm zenginliğe rağmen insanlar İtalya veya Fransa’daki gibi havalı gezmiyor.

Ama çikolataları dünyaca meşhur, almamak olmaz. Şarapta pek iyi değiller ama kırmızı şarapları daha kötü. İçilecekse beyaz şarapları denilebilir. Dondurmaları da gayet lezzetli. 



Madrid: Bir Başkentten ötesi





İspanya son yıllarda ciddi bir ekonomik krizde olmasına karşın Madrid ülkenin başkenti olarak belirli bir seviyeyi ve kalitesini koruyor. Krizin sonuçları büyük ihtimalle kırsalda veya küçük şehirlerde daha net hissediliyor diye düşünüyorum.

Madrid hem İspanya’nın hem de Kastilya’nın başkenti. Güzel, düzenli bir şehir. Gezilecek mekanları sınırlı sayılabilir ve birbirine yakın. Birçok başkentin kaderi olan sıkıcılık ve tekdüzelik Madrid için geçerli değil. 2-3 günlük bir süre şehri gezmek için yeterli olacaktır ama gelmişken İspanya’da birkaç bölgeyi de gezmekte fayda olabilir.

Havalimanından taksiyle gelecekseniz taksi şoförlerinin trafik gerekçesiyle yolu uzattığını ve bavul başına ücret talep ettiklerini de belirtmek gerekir.

Madrid’in merkezi sayılan Puerto del Sol’a yakın bir otelde konakladığımız için her yere yürüyerek gitmek mümkün oldu. Puerto del Sol, Madrid’in merkezi olsa da aslında küçük bir meydan. Ben daha büyük bir meydan bekliyordum, biraz hayal kırıklığı oldu. Küçüklüğü dışında meydan olmanın dışında bir özelliği yok.





Meydanı çevreleyen yolu takip ettiğinizde bir daire çiziyorsunuz. Alışveriş caddesi olan Gran Via, Plaza Mayor ve Plaza de España bu dairenin, şehir merkezinin etrafında yer alıyor. Buraları gezerken hem güzel kafeleri hem dükkanları hem de tarihi binaları görebilirsiniz. Dairenin bir ucunda, Meydana yürüme mesafesinde Sarayı (Placio Real) ziyaret edebilirsiniz.





Saray yanındaki büyük bahçe-parkta (Retiro Park) zaman geçirebilirsiniz. Gayet şık, güzel, büyük bir park.




Sarayın hemen yanında haşmetli Almudena Katedraline girebilirsiniz. Saray da, Park da, Katedral de uzunca zaman geçirilmesi gereken, gayet güzel yerler. Zaten Madrid ziyaretinin esasını da bu üçlü oluşturacak.




Bu bölgenin hemen yakınında Plaza de Santa Ana ise küçük, şık kafeleriyle dikkatinizi çekecektir. Burada geçirdiğimiz zamandan ve verilen hizmetten memnun olduk.

Plaza de Sol’un karşı tarafından aşağıya doğru indiğinizde ise geniş caddeleri ile genelde bakanlıkların ve devlet dairelerinin olduğu bölgeye ulaşmış oluyorsunuz.

Plaza Mayor gibi merkezi bir yerde bir şeyler yemek istediğinizde kimi numaralarla karşılaşmak mümkün. Örneğin bir şişe şarap istediğinizde size sunulan iki seçenekten biri 3 euro diğeri 45 euro olabiliyor. Tabii ki 3 euroluk olan berbat olduğu için bir anda 45 euroluk şarabı içerken kendinizi bulabiliyorsunuz. Zaten yiyeceğiniz-içeceğiniz yemekler belli. Paella, omlet,  çeşitli tapaslar (mezeler) ve sangria…

Madrid alışveriş için de çekici bir şehir. Yalnızca İspanyol tekstil devleri ve diğer uluslararası firmaların mağazalarını değil, daha yerli işi, el yapımı, özel ürünler de bulabilirsiniz. Çok güzel ve özel ayakkabıcılar, dericiler ufak dükkanlarda sizi bekliyor. Alışveriş keşfi yapabilirsiniz.

Meydanda Türkçe konuşan dilencilerle karşılaşırsanız da şaşırmayın. Bir kafeden çıktığınızda kapıda “por un leche caliente, por favor” (bir bardak sıcak süt için lütfen) diye para isteyen dilenciler Türkçe konuştuğunuzu duyunca “abi, biraz daha ver” deyip peşine takılabiliyor. Meğer bu çete Bulgaristan’dan gelmiş meydana.

Madrid’e gelmişken 1 saat uzaklıkta Ortaçağ şehri olarak korunan, eski başkent Toledo’yu da ziyaret etmelisiniz. Lakin bizim vaktimiz olmadığı için gidemedik.

Madrid’i ziyaret ettiğinizde Barselona’ya, Bilbao’ya veya Endülüs bölgesine birkaç günlük bir ziyaret planınıza eklenebilir.





Garda Gölü ve Venedik’te 3 gün

    

    Garda Gölü'nde dinlenme




Garda Gölü İtalya’nın kuzeyinde ülkenin en büyük gölü. İsviçre sınırına yakın. İsviçreliler ve Avusturyalılar başta olmak üzere Avrupalılar için önemli bir tatil mekanı, hem güzel hem ekonomik.


Garda’ya Avrupa gezilerimizde birçok sefer üs bölgesi olarak başladığımız Basel üzerinden gittik. Basel Türk nüfusun yoğun olduğu bir İsviçre şehri ve çok sayıda uçak firmasının sefer yapmasından dolayı ucuz uçak bileti bulmak da oldukça mümkün. Ayrıca coğrafi konumu itibariyle de Avrupa’nın birçok önemli merkezine de yakın. Biz de İsviçre’den arkadaşlarımızla beraber arabayla Garda Gölü’ne doğru 20 Haziran 2012’de yola çıktık.



Garda Gölüne giderken İsviçre’nin İtalyanca konuşan bölgelerinden geçtik. Gidiş yolunda ünlü uzun tünelden geçmek yerine Alplerin tepesinden aşmayı tercih ettik ve oldukça güzel manzaralar eşliğinde dağın tepesine geldiğimizde Haziran ayında karlı ve soğuk bir göl kenarında mola vermiş olduk. Molanın ardından tepeden aşağıya İtalya’ya doğru devam ettik ve Milano’yu geçip Garda Gölü kıyısına 6 saatlik bir yolculuğun sonunda vardık.



Garda Gölü’ndeki gezide özel araca ihtiyaç duyulmakta, çünkü birbirine yakın göl kenarındaki birçok köy ve kasabayı gezmek için özel araçla daha rahat hareket etmek mümkün. Bunun dışında göl içinde vapurlar da işlemekte.




Nasıl ki uygun uçak bileti bulmak için Basel üzerinden İtalya’ya gitmeyi tercih ettiysek Venedik’i gezmek için Garda’da konaklamak oldukça ekonomik. Venedik için uçak ve otel fiyatlarının yüksek olması sebebiyle Garda’da kalıp Venedik’e günübirlik bir geziyi yeterli bulduk. Bu şekilde dinlenme odaklı, sakin ve huzurlu bir tatili gerçekleştirebildik. Garda Gölü Milano ile Venedik arasında ve Venedik’e 1.5 saatlik mesafede.





Garda Gölü’nün hemen kenarında Hotel Giardinetto’da kaldık. Göl manzaralı, küçük ve şirin bir otel. Garda Gölü küçük bir gölden çok bir denizi andırmakta ve kendinizi deniz kenarında hissettirmektedir. Otele yakın plajda kuğularla beraber, oldukça güzel dağ manzaralarının altında saatlerce yüzmenin keyfini yaşadık.



Garda, Roma ve Venedik’e nazaran yeme-içme açısından daha ucuz. Zaten pizza ve makarna dışında pek bir arayış içinde değildik. Ayrıca yerel şarapları da tavsiye ederiz. Kordon boyunda kendi ürettiği şarapları satanlardan aldığımız şaraplardan da memnun kaldık.

Sirmione Kasabası




Garda’dan kuzey ve güney istikametindeki kasabaları arabamızla gezdiğimizde çok sayıda küçük, şirin kasabayla karşılaşılmaktadır. Bunlar içinde en şatafatlısı ve tarihi özellikleri öne çıkan yer “Garda’nın incisi” olarak da tabir edilen Sirmione kasabası.


Gölün güneyinde bir çıkıntı şeklindeki kasaba aslında kale olan küçük bir ada. Küçük bir köprüden geçip kalenin içine girdiğinizde ise güzel ve şık restoranlar ve cafelerle karşılaşılıyor. Diğer yerlere göre biraz pahalı olsa da burada akşam yemeği yemeye değer.

Malcesine Kasabası




Garda’dan kuzeye doğru yol aldığımızda ise Malcesine’de zaman geçirdik. Ortaçağdan bu yana değişmeyen tarihi bir kasabada dar yollar arasında güzel evleri seyrederek kaleye çıktık ve harika bir manzara ile karşılaştık. Burada çok sayıda küçük hediyelik eşya dükkanında da zaman geçirdik. Ayrıca buradan dağın tepesine giden bir teleferik hattı da yer almakta ancak zamanımız çok olmadığı için teleferikle dağın tepesine çıkamadık.

     Venedik  




2 gün Garda Gölü’nde dinlendikten sonra 22 Haziran Cuma günü Venedik’e günübirlik bir gezi için yola çıktık. Venedik hızlı bir turla bir günde gezilebilir bir yer. Bu anlamda bize yeterli geldi. Ancak çok sıcak olduğu için yaz sıcağında Venedik’i veya herhangi bir şehri yürüyerek gezmek biraz meşakkatli bir iş. Hele o gün şehirde grev varsa işiniz biraz daha zorlaşıyor.




Venedik’in tarihi şehir merkezi dar sokakları ve kanalları ile araç trafiğine kapalı ve dar sokaklarda gezerken aşırı neme karşın gölge sayesinde sıcaktan bir nebze olsun nefes alınabiliyor. Ancak haritayı iyi okumak, işaretleri takip etmek de oldukça önemli. Yoksa kaybolmak işten bile değil. Biz de kaybolduk ve şehir merkezinin dışında, Venediklilerin yerleşim mekanlarına kadar yol aldık. Kaybolduğumuzu fark ettiğimizde elimizdeki haritanın hayli dışındaydık ve otobüs veya botla merkeze dönmemiz de grev sebebiyle mümkün olmadı. Ayrıca bir başka tavsiye, şehirde grev varken polislere yol sormayın, hiç dostça davranmıyorlar.





Ancak bu kaybolma sayesinde açık denizin kenarına geldik ve ada şehir olan Venedik’le deniz-su arasındaki ilişkiyi de daha net görebilmiş olduk. Ardından dar sokaklardan geçerek San Marco Meydanına geldik. Meydanı gezdikten sonra da Rialto Köprüsüne doğru yol aldık. Köprüde fotoğraf çektikten sonra kanal kıyısında bir kafede soluklandık. Dar sokaklarda çok güzel ve uygun fiyatları olan pizzacılar bulabilirsiniz. Dilim pizzalar gayet doyurucu.




Venedik ilginç mimarisiyle, meydanları ile, kanalları ile, gondolları ile görülmesi gereken bir yer. Biz sıcağa ve çeşitli aksiliklere karşın gün içinde şehri hızlı şekilde gezerek bir fikir edindik. Venedik gezmek için gayet güzel bir yer ancak yaşamak için çok da uygun olmadığı fikrini edinerek şehirden ayrıldık.